Nasıl olsa orada duruyor diye önünden geçip giderken bile fark etmediğimiz dünya harikaları bir sabah yerinde olmasa! Yok saydığımız, görmezden geldiğimiz güzellikler gerçekten yok olsa! Fotoğraf sanatçısı Şafak Yıldız, dünya harikaları arasında yer alan İstanbul’un sembollerini yüzlerce yıldır durdukları yerlerinden alıp Türkiye’nin başka diyarlarına taşıdı.
Galata Kulesi Sapanca'da
Derdinizle derdini yarıştırdığınız Galata Kulesi Sapanca’daki eşsiz manzaralardan birinin yanına gitti. Efsanelere konu olan Kız Kulesi bundan böyle Bolu Dağı’nda duracak. Topkapı Sarayı artık Cadde Bostan Sahili’nden bizi izleyecek. Yerebatan Sarnıcı Yedigöller’e taşındı. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü şimdi Doğu Karadeniz’in heybetli dağları arasına uzanıyor. Sultanahmet mi? O da Uludağ’da.
Gerçeküstü Yolculuk
Hayal dünyalarına giden yolları keşfedip insanlarla paylaşan, bambaşka alemlerin kapılarının anahtarını fotoğraf makinesinin objektifinde saklayan Şafak Yıldız, İstanbul’un 10 önemli yapısını var olmayan ama olmasını istediği gerçeküstü bir yolculuğa çıkartıyor.
Şafak Yıldız’ın bu sıra dışı çalışması ‘Doğada İstanbul’ isimli sergide bir araya geldi. İstanbul’un doğa harikası ilçelerinden Beykoz’da, Beykoz Belediyesi Prof. Dr. Necmettin Erbakan Kültür Merkezi’ndeki sergi, 20 Şubat Pazartesi günü kapılarını açtı. Kentsel dönüşüme nazire yapan sergi, 26 Şubat’a kadar gezilebilecek.
İstanbul Doğaya Emanet
Sanatçı Şafak Yıldız, İstanbul’un anıtsal yapılarını doğaya taşıma fikrini ve sürecini şöyle anlatıyor:
“Anılar, anlar, acılar, sevinçler biriktirir binalar… Zaman içinde savrulurken ayakta kalmaya, yaşadıklarını ve şahit olduklarını dünden yarına taşımaya çalışırlar. Yorulurlar, yıpranırlar, yaşlanırlar, unutulurlar onlar da tıpkı insanlar gibi. Bir insan, hayatı boyunca hiçbir zaman hak ettiğine inandığı yerde olamamaktan, hak ettiğine inandığı gibi yaşayamamaktan yakınır durur. Ama binaların dili yoktur ki şikayet edebilsinler. Bir köşede tamamen unutulmayı, yok olmayı beklemekle yetinirler. Belki her gün yanlarından binlerce insan geçip gider. Bazıları durup bakar onlara, anılarını tazeler. Yüzüne buruk bir gülümseme yerleştirdikten sonra arkasını döner ve yoluna devam eder. Ama binalar hep oradadırlar. Yıllar belki yüzyıllar boyunca üstlendikleri yüklerle, bir sürü insanın, çağın, devrin ağırlıklarıyla…
Kentler dönüşür, bu sanat eserlerinin, mimari dehaların ürünlerinin dört bir yanı başlarına dikilen apartmanlar, iş merkezleri, AVM’lerle çevrilir. Nefes alamaz hale gelir bu eski dostlar. Bir insan gibi şikayet de edemezler, anlatamazlar dertlerini. Zamanın yıpratıcılığına teslim ederler onlar da kendilerini. Çürümeye, parçalanmaya, azalmaya başlarlar. Kendi kendilerini ayakta tutacak güçleri kalmamıştır çünkü. Onlara yardım eli uzatabilecek olan insanlar da görmüyordur artık onları. Her şeye rağmen ayakta kalmaya inat edenler de hayaller kurar unutuldukları yerlerde. Birileri onları alıp olmak istedikleri, isteyebilecekleri yerlere götürsün isterler. Aslında ait oldukları, geldikleri ve bulunması gerektiğine inandıkları yerlere. Onlar da tıpkı günümüzde insanların doğanın bir parçası olduklarını hatırlayıp yapmaya çalıştıkları gibi doğaya dönmek, Tabiat Ana’nın şefkatli kollarına emanet edilmek isterler...”